Toprağın Sızısı
Bir gece baskınıyla ağzı köpüklü sırtlan sürüleri gibi köklerinden ayırdınız o ağaçları;
Yanıldınız.
Çünkü Ankara’nın sonbaharında, en çok geceleri korunaklıdır bu orman…
Çünkü kalpleri dev bir trafo gibi ışıktan / hayalden yapılmış yalansız / riyasız çocukların gözyaşlarıyla, çoktan yerin yedi kat derinine mühürlendi o ağaçlar….
Çünkü, birbiri üstüne devrilirken günler, uzak ülkelerin hayaliyle damarlarındaki çakıl taşlarını ısıtıp upuzun neşeli şarkılar söyleyen devrimci çocukları büyüttü bu ağaçlar…
Her sonbaharda apansız bir çarpıntı gibi hışırdayıp duran bu yapraklar, bu rüzgar, her yeni gelen nesle Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in ve arkadaşlarının hikayesini anlatır…
Kurşun izleriyle delinen yurt duvarlarına çiçekler diksinler diye.
Çünkü o ağaçlıklı yolda, bahar serinliği gibi utangaç yüzlü çocuklar ilk kez tuttular sevgililerinin ellerini… Kimin olduğunu bir türlü hatırlayamadıkları o şiirleri ilk kez bu kadar duygulu okudular … O yaprakların arasından yüzlerine düşen ay kırıklarının cesaretiyle söylediler, genizlerinde büyüyen ilk aşk sözcüklerini…
Güneşin batışından ayrı bir karanlık çöker Ankara’ya akşam olunca; işkenceci bir soğuk, ustura ağzı gibi doğrar yüzünüzü. Akşam vakti o soğuk yurt odalarında, dünyanın dışına atılmış bir izmarit gibi kimsesiz hissettiğinizde, birtek pencereden uzanıp konuştuğunuz bir ağaç yoldaş olur size…
Şimdi mimar, fizikçi, mühendis, öğretmen… Bu ülkenin dört bir yanına dağılmış bu çocuklar her gece dua ediyorlar, kendi büyürken onları da büyüten ağaçlara…
Ki en değerli şey değil miydi, bir insanın duasında yer almak…
Ağaçlara oklu yürek çizip duran o serkeş ruhlar, yüzlerce fidan dikiyor şimdi, alnında yüzlerce yara açılan toprağın sızısını dindirmek için..
Ağaçların / hatıraların / insanlığın ve hala güzel yarınları düşleyen yüreklerin ölümsüzlüğünü göstermek için…
Ki dünyayı değiştirmek için uyandılar her sabaha, ODTÜ’de günlerin aydınlığı bundandır…
Ve ‘açık unutulmuş bir makas gibi duracak içimizde’ bu kaçak dövüşünüz, o leş elleriniz, o ezilmiş fare ölüsü suratınız;
Her bakışta küfretmek için.
***
Bir gece baskınıyla ağzı köpüklü deliler gibi köklerinden ayırdığınızı sandınız o ağaçları.
Yanıldınız.
Çünkü en çok, geceleri kabul olur dualar.
Ekim 2013 / İzmit
Devlet Tiyatroları Benden Ne İstiyor?
Perde açılalı yarım saat bile olmamıştı. Salonu uçtan uca kaplayan ‘ilk sessizlik’ çözülüp, yerini koltuk gıcırtıları, öksürük sesleri ve fısıltılı konuşmalar alınca ben de sahneden ayırdım gözlerimi. Kafamı az daha geriye kaydırıp gözucuyla yanyana oturduğum arkadaşlarımı seyre koyuldum: Yunus, eli çenesinin altında, imreneceğim türden bir merakla sahnede olan biteni anlamaya çalışıyor... Tuba’nın gözleri kapanmak üzere, sadece oyunculardan biri sesini yükselttiğinde bir an için açılıyorlar, sonra yine... İki yanımda Murat telefonuyla meşgul, Zeynepse ısrarla salonun değişik yerlerini kesiyor. Okul yıllarımdan kalma bir yanılsamayla, gözümün önünde beliren tahtada Yunus hariç hepsinin isimlerinin yanına birer çarpı koyduktan sonra bakışlarımı tekrar sahneye yönelttim... İçimden: “Terbiyesizler!... Sizi tiyatroya getirende kabahât!”
Ben işte böyle, bir yandan eseri takip etmeye çalışıp, bir yandan da arkadaşlarımın oyun izleme kültürlerinin yoksunluğundan kendimce dem vururken, geçen her dakikanın bütün asabiyetimi utanca, bütün hevesimi acı bir pişmanlığa dönüştüreceğini bilmiyordum. Oyunun baygınlık veren temposu, sadelikten ziyade ‘beceriksizliği’ akla getiren dekoru, oyuncuların kulaklarımızı titretmekten öte geçmeyen irkiltici, tekdüze tonlamaları, William Shakespeare’in bu enfes dramını tam mânâsıyla bir ‘deliler matinesi’ne çevirmişti. Yönetmenin en ufak bir zekâ pırıltısı taşımayan yorumu; ucuz, kolay, üzerine zerre düşünülmediği apaçık mizansenler; salt izleyici güldürebilmeye yönelik yapay, bayağı, zorlama mimikler; özümsenememiş karakterler ve sonuçta, herhangi bir lise edebiyat öğretmeninin birkaç haftada hazırlayabileceği türden ‘gülünesi’ bir ‘dram’. Shakespeare’in, aşkla işlenmiş kelimeleriyle insan ruhunun en karanlık köşelerine ışık tuttuğu, ‘adalet’in mumla arandığı bütün çağlarda olduğu gibi günümüzde de gücünden ve öneminden hiçbir şey eksilmeyen “Kısasa Kısas”, poz vermekten başka birşey bilmeyen yarı okumuşların elinde utanılası bir komediye dönüşmüştü.
Perde arasında bir bahane uydurup oyunu terkeden arkadaşlarıma söyleyecek birşey bulamadım. Kapıya doğru endişeli bakışlarımı görünce Yunus, kulağıma eğilip: “Oğlum bak, ben gözlerimi kapayıp... bööle dinliyorum oyunu, sen de dene.”
Velhasıl sabredip, oyunu sonuna kadar izledik. Fakat oyuncular selama çıktığında ne yapacağımızı bilemedik. Beğendiğimiz bir gösteriyi ayakta alkışlıyoruz da, oyun süresince dayanılması güç sancılar çektiğimizi gösterecek; zamanımızı boşa harcadığımız hissine sebebiyet veren kişilere bir küçük söz, işaret uçuracak dili nasıl geliştirebiliriz? Sessizce toparlanıp, koridorun yolunu tuttuk. Tiyatronun kapısında, arkadaşlarıma bakacak yüzüm yok, kendime mâlettiğim derin bir mahcubiyetle, bilmem kaçıncı defa elimdeki broşürü okuyorum. Onları bu oyuna ben davet etmiştim. Üstelik bulduklarım, son biletlerdi. Yıllardır, birkaçı dışında hüsranla ayrıldığım, devlet tiyatrosunun beni boğan, ruhumu sıkıştıran oyunlarına bir yenisi daha eklenmişti. Son bir kez dönüp, vazgeçemediğim bir aşkla, dünyanın en güzel yeri tiyatronun, ışıklı, büyülü sütunlarına bir daha baktım. Çocukça bir öfkeyle sordum içeridekilere: “Allahaşkına, benden ne istiyorsunuz?”
Yunus, üzüntümü farketmiş. Omzumu dürtüp, sırıta sırıta: “Canını sıkma oğlum, gözlerini kapatınca birşey olmuyor!”
*** *** ***
Opera binasının önünden geçtik. Hiç konuşmadan Ulus’a doğru ağır ağır yürüyoruz. Vedâlaşıp, minibüse binince, başımı soğuk cama dayadım. Yolda, evlerin, binaların, sokak lambalarının ve yol çizgilerinin cama vuran görüntüleri arasına oyuncuların sahte suratları girmeye başlayınca, ürpertiyle koltuğa gömdüm kendimi. Haftaya gideceğim oyunun ışıklı hayâliyle, Haldun Taner’in insanı dinlendiren yüzünü getirip aklıma, çaresiz kapadım ben de gözlerimi..